Yeni Şarkı: Slowdive – Sugar for the Pill

Çok dinlediğim türler arasında değildir Dream Pop ve Shoegaze. Bu türlerin en önemli temsilcilerinden Slowdive’ın yeni parçası Sugar for the Pill‘i dinleyince sizlerle paylaşmak istedim.

80’lerin ikinci yarısında İngiltere’de oluşan Shoegaze akımı 90’ların başında popülerliğinin zirve noktasına ulaşmıştı. O zamanlar bu bayrağı My Bloody Valentine ile birlikte taşıyan gruptu Slowdive. 93’de yaptıkları ikinci albümleri Souvlaki bugün tarzının başyapıtları arasında gösterilir.

Grup iki sene sonra üçüncü stüdyo albümleri Pygmalion çıkartır. Albüm öncekilere göre daha oturmuş bir sounda sahiptir, artık Shoegaze’den uzaklaşılmış daha Ambient Pop’a göz kırpılmıştır. Bir başka deyişle; Souvlaki‘deki o kaygısız kız Alison‘ın yerini gizemli ablası Miranda almıştır.

Albümün ardından projeyi noktalama kararı alan ekip geçtiğimiz hafta yeni bir parçayla birlikte 22 yıl sonra gelecek yeni stüdyo albümlerini duyurdu.

Sugar for the Pill

And I rolled away, said we never wanted much
Just a rollercoast’, our love has never known the way
Sugar for the pill, you know it’s just the way things are
Cannot buy the sun, this jealousy will break the whole

Şarkı Slowdive’ın ilk dönemlerinde yaşanan bir ilişkiye atıfta bulunuyor. Neil Halstead ve Rachel Goswell grubu kurdukları zaman sevgililerdir. İlişkileri ikinci stüdyo albüm Souvlaki‘nin arifesinde nokta bulur. Zaten Neil’ın yazdığı sözlere hemen etki ettiğini görürüz albümde. Rachel aynı sene bir başkasıyla evlilik yapar ve grubu ayakta tutmak daha da zorlaşır. Şimdi aradan geçen bunca zaman sonra Neil bu sözleri eski sevgilisiyle beraber söylüyor.

Ben Sugar for the Pill‘i oldukça başarılı buldum. Yenilenmiş bir sounda sahip olan parça eski Shoegaze esintileri fazla barındırmıyor, daha yalın bir müzik sunuyor bize. Belki bu eski Slowdive ve Shoegaze hayranlarını hayal kırıklığına uğratabilir ama bence başarılı, döneme uygun bir şekil değiştirme olmuş.

Max Richter – Three Worlds: Music From Woolf Works

Bundan iki yıl önce ünlü koreograf Wayne McGregor, The Royal Ballet için hazırladığı Woolf Works balesi için kompozütör Max Richter’dan üç bölümden oluşacak bir eser çıkarmasını ister. Üç bölüm olmasının nedeni balenin üç Virginia Woolf eserinden yorumlanarak hazırlanmasıdır; “Mrs. Dalloway”, “Orlando: A Biography”, “The Waves”.

1960’ların Amerika’sında doğan; öncülerinin Steve Reich, Terry Riley ve Philip Glass gibi isimleri olduğu minimalist müzikten oldukça etkilenmiş bir Modern klasik temsilcisidir Max Richter. Piano Circus projesinin de bir üyesi olan Max ilk çalışmalarını 2000lerin başında yayınlamıştır. 2002 ve 2004’de yayınladığı Memoryhouse ile The Blue Notebooks adlı iki albümden sonra daha çok film müziklerine yönelir. Ocak ayında albüm formatında yayınlanan Woolf Works ise, Richter’in ilk bale müzik denemesi.

max-ritcher-three-worlds-sm

Mrs. Dalloway

Max Richter, Virginia Woolf’un en klasikleşmiş eseri Mrs. Dalloway’i en geleneksel şekilde sunuyor bize. Duygusal piyano eşliğinde ruha dokunan yaylılar…

Kitap ana karater Clarissa Dalloway’in bir gününü anlatır. Dalloway akşam vereceği davetin hazırlıkları için Londra sokaklarında dolaşırken kitabın öteki karakteri Septimus Warren Smith aynı sokaklarda başka bir amaç uğruna dolanmaktadır. Birbirinden habersiz şekilde aynı sokaklarda dolanan bu iki karakter In The Garden(Mrs. Dalloway) ve War Anthem(Warren Smith) parçalarıyla temsil edilmiş.

Big Ben’de çalan çanlarla açıyor ilk perdenin ilk bölümü Words. Ardından Woolf’un günümüzde kalan tek ses kaydından bir kesit duyuyoruz.

O puslu girişten Max’in piyanosu bizi çıkartıyor, belki de albümün en umut dolu parçası olmuş In The Garden. Ardından gelen War Anthem ise ilk anda beni bir Christopher Nolan filmi havasına sokarken, bir yandan da Max Richter’ın ilk çalışmalarına göz kırpıyor. Örnek olarak 2004 yılı çıkışlı albümü The Blue Notebooks’dan On The Nature Of Daylight‘ı verebilirim.

İlk bölümün kapanışını Meeting Again yapıyor. Açılıştaki gibi çan sesleriyle başlıyıp müzikal açıdan öncesindeki iki parçanın harmanlanmış bir oluşumunu görüyoruz.

Orlando

Woolf, en fantastik eserlerinden biri olarak kabul gören Orlando’da cinsiyetini değiştiren bir yazarın yaşadıklarını anlatır okuyucusuna. O dönemin geleneksel edebiyat yapısında çığır açan bir eseri ilk perdedeki gibi geleneksel bir müzikle değil de daha yenilikçi bir müzikle sunmayı düşünmüş Richter. Bu yenilik olarak piyanodan kalkıp synthesizerın başına geçerek modern klasiğin geleneksel yapısına ambient türünde elektronik öğeler katmayı seçmiş. Persistence of Images, Genesis of Poetry gibi bu elektronik sounda sahip parçaların arasında Transformation ve The Tyranny of Symmetry gibi yaylıların ön planda olduğu parçalar da yer alıyor.

The Waves

Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.

Yukarıdaki intihar notuyla başlıyor son perdenin tek parçası olan Tuesday. İsminin salı olmasının nedeni Woolf’un intihar etmeden önce kocası Leonard Woolf’a bu notu bir salı günü yazmış olmasıdır. 20 dakikayı aşan süresiyle albümün en uzun parçası olmakla beraber bana göre yaşattığı duygu olarak da zirve noktasıdır. Gillian Anderson mektubu okurken arkadan gelen tüyler ürpertici çelloya kıyıya çarpan dalgaların eşlik etmesi çok etkiliciyi bir komposizyon çıkartıyor girişte. Bu etkiliyici başlangıç yirmi dakika boyunca devam edip gene dalga sesleriyle son bulmakta.

Bu sene dinlediğim en başarılı çalışmalardan biri diyebilirim rahatlıkla Three Worlds: Music From Woolf Works için.

Albüm Kritik! Moon Duo – Occult Architecture Vol. 1

Bazı müzik türleri vardır ki size çok fazla alan vermez farklı bir şeyler yapmak için. Moon Duo da biraz o kategoriden nebzini alanlardan, space rock ve psychedelic öğelerin sınırlarında dolaşan ikili bugüne kadar 7 yıllık süreçte 4 stüdyo albümü yayınladı. Alt yapıda bir drum machine, klavyede Sane Yamada’nın şarkı boyunca tekrar eden melodileri, üstüne Ripley Johnson’ın krautrock ritimleri eşliğindeki parçanın içinde parlayan soloları ve derinden gelen vokali, işte Moon Duo’nun ilk 3 albüm boyunca izlediği müzikal formülü böyle özetleyebiliriz. Son albümleri Shadow of the Sun öncesi de davula John Jeffrey’i katmalarıyla albümlerinde gerçek bir davul kullanmaları müzikal açıdan olumlu bir şekilde etki etmişti.

Moon Duo geçtiğimiz ay yeni albümleri Occult Architecture Vol. 1’i piyasaya sürdü. Yıl içerisinde iki albüm olarak yayınlanacak konseptin ilk bölümü olan Occult Architecture fikrini Çinlilerin Yin ve Yang teorisinden almakta. Yin ve Yang’a göre bir tepe vardır ve bu tepeyi iki şekilde görebiliriz; tepenin gölgeli tarafı(Yin) ve güneşli tarafı(Yang). Teoriye göre kutuplar karşıt kutbunu muhakkak içinde barındırır, güneş vurmadan gölgenin oluşmaması gibi. Grup, konseptinde kutup olarak karanlık ve aydıklığı ele almış. İlk bölüm olarak yayınlanan Occult Architecture Vol. 1 karanlık tarafı oluşturuyor.

Albümün açılış parçası The Death Set sizi direk Moon Duo’nun dünyasına sokuyor, özellikle şarkının ortasından itibaren Ripley Johnson’ın gitarından süzülen notalar ile tam bir Moon Duo klasiğine dönüşmüş parça. Ardından gelen Cold Fear ise albümün ilk single parçası. Cold Fear size paranoyak hisler veren bir enerjiye sahip. Şarkının klibi için de Micah Buzan ile çalışılmış. Kendisi 5 haftada hazırladığı videonun teması olarak gelişme/büyüme ve çürümeyi ele aldığını ve bunun da Yin ve Yang konseptini yansıttığını dile getiriyor. Grup da çıkarılan işten hoşnut kalmış olsa gerek ki bir sonraki videoda da kendisiyle çalışılacağını açıkladılar.

Albümün 2. single’ı Creepin’ albümün öne çıkan parçalarından, aslında daha önce belki başka şarkılarında duyduğumuz bir riff bulunuyor ama gene de bunu başka bir şekilde önümüze koymuşlar. Cross-Town Fade ile temposu hızlanan albüm Cult of Moloch ile biraz alışıla geldiğimiz Moon Duo’dan sertleşiyor. Aslında şarkı ismini eski bir cehennem tanrısı olan Moloch’tan aldığı için normal olsa gerek. Zamanında bu tanrıya tapan Fenikeliler çocuklarını bu tanrı için yaktıkları söylenir.

Ve sırada Will of the Devil, benim için albümün en iyisi. Parçanın sanki 80’lerin ilk dönem new wave akımından çıkmış gibi bir havası var. Bunun üstüne eklenen Ripley Johnson soloları da tam oturuyor.

Kapanış parçası White Rose ise bütün konsepti yansıtmakta. Her kutup karşıt kutbunu içinde barındırır demiştik, işte bu karanlık bölümü oluşturan albümün kapanışında beyaz gül(white rose) var. Biliyoruz ki bu karanlık kışın merhaba diyeceği bir bahar var önünde. Moon Duo gelecek olan ikinci bölüme göz kırparak bitirmiş albümü. Bu tarzı sevenler için devamı çıkana kadar Moon Duo ile transa geçebilecekleri bir albüm olmuş.

Gorillaz’ın 6 yıllık suskunluğunu bozan Trump karşıtı parçası: Hallelujah Money

Anti-Trump Dönemi

trump-1

Müzik dünyasında “virtual band” yani “sanal grup” tanımının belki ilk örneği değildir ama en popüler örneğidir Gorillaz -Ondan önceki projeler pek ses getirememiştir-. Grup geçtiğimiz günlerde 6 yıllık bir ayrılık dönemini bitiren bir parçayla dönüş yaptı.

Şarkı Donald Trump’ın yemin töreninin arifesinde yayınlandı. Yayınlamak için özellikle o gün seçilmişti. Çünkü Hallelujah Money günümüzün yeni trendi olan Trump karşıtı parçaların son halkasıydı. Daha Trump başkan olmadan başlayan bu trend, Trump’ın başkanlığa geçmesiyle pek dineceğe benzemiyor. Geçtiğimiz son bir seneye baktığımızda bu konuda oldukça fazla çalışma yapıldığını görüyoruz. Hatta çok uzağa gitmeye gerek yok, aynı hafta Gorillaz’ın parçası dışında 4-5 parça yayınladı Trump ve ideolojisi hakkında. Bundan bambaşka bir yazı çıkarılır ileride, biz konumuza dönelim en iyisi.

Hallelujah Money

Trump diyince benim aklıma direk para geliyor. Paranın konuştuğu iş dünyasının paraya tapan patronu Trump. Hallelujah Money de ismini buradan almış anlaşılan. 2016’nın politik atmosferine ve Trump’ın hayalindeki Amerikaya oldukça göndermelerde bulunan parçanın vokalinde Britanyalı besteci, şair ve multi-enstrümantalist Benjamin Clementine var. Adını, çıkış albümü olan At Least For Now ile duymaya başlamıştık. Kendine has şairane vokal tarzıyla dikkatleri üzerine çektikten sonra da 2015 Mercury ödülüne laik görülmüştü Britanya’da.

Hallelujah Money’nin videosunda Benjamin Clementine’ı Trump Towers’ın içindeki altın kaplama asansörde görüyoruz. Videonun başında dikkat ederseniz asansörün üstündeki yönlerin gösterdiği tek yön var, o da aşağısı. Arkada Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nden Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin 200. yılı için hazırlanmış olan videoya kadar çeşitli görüntüler gösterilirken Benjamin başlıyor anlatmaya. Bir ağaçtan bahsediyor bize, ilkelce büyüyen. Ve gece uzak doğudan gelecek korkulukların ağacın meyvelerini yiyeceğine inanıyor. Bunun için bir çözümü var Benjamin’in, ağacın etrafına bir duvar örmek, öyle bir duvar ki dünyanın ilk koruyucu duvarı Jericho duvarından bile daha güçlü bir duvar. Bu anlatılanlar tanıdık geliyor di mi? Geçtiğimiz yıl sadece Amerika değil bizim ülkemizi de bolca meşgul etmişti bu politik gündem. Bahsedilen ağaç Amerika’nın ekonomik refahlığını sembolize ediyor. Trump bu refahlığa en büyük tehditin yıllardır Çin olduğunu söylüyordu -yani uzak doğudaki korkuluk-. Hatırlarsanız Trump’ın bir çılgın projesi de ekonomisini tehdit eden Meksika’nın sınırlarına duvar çekmeyi düşünmesiydi.

And I thought the best way to perfect our tree / Is by building walls / Walls like unicorns / In full glory / And galore / And even stronger / Than the walls of Jericho

Şarkının köprü kısmında 2-D‘nin silüeti ile beraber sesini duyuyoruz. Trump’ı simgeleyen Benjamin’in aksine onun düşüncesinde olmayan insanların sesi oluyor 2-D.

How will we know? / When the morning comes / We are still human / How will we know? / How will we dream? / How will we love?

Videonun sonunda ise çok hoş, ince bir gönderme yapmışlar. Sünger Bob’un çığlığıyla bitiyor parça. Görüntünün alındığı bölümde Bay Yengeç, Sünger Bob’a kovulduğunu söylüyor, Sünger Bob’da gördüğünüz tepkiyi veriyor. Burada gönderme Trump’ın 2000’li yılların ortasında çok popüler olan reality yarışması The Apprentice‘a. Ülkemizde de CNN’in yayınlamakta olduğu programı belki hatırlayanlarınız vardır. Yarışmacılar iki takıma ayrılıyor ve bu takımlara belli görevler veriliyor. -limonata satmak gibi- O haftanın en başarısız bulunan ismi de Trump tarafından kovuluyor. Bu kovulma sahnesi de programın en can alıcı bölümü oluyor; patron koltuğunda oturan Trump sağ elini silah şeklinde kovulacak kişiye doğrultup onu “You’re fired!/Kovuldun!” diyerek vuruyor.

Yeni Albüm Yolda

Hallelujah Money bir kaç dinleme sonrasında kendisine daha alıştıran bir parça olmuş, özellikle Benjamin’in şarkıdaki etkisi oldukça hissediliyor. Ama bu parçadan yola çıkarak gelecek albüm için olumlu ya da olumsuz bir beklentiye girmek pek sağlıklı olmaz. Albümün 2017’nin ikinci yarısında çıkması planlanıyor ve gelen açıklamaya göre Hallelujah Money gelecek albümünden bir single olarak piyasaya sürülmemiş. Anlaşılan parçanın albümde olmama ihtimali var, bekleyip göreceğiz.

Radiohead – A Moon Shaped Pool

 The Kings of Limbs ve Sonrasındaki Kayboluş

5 sene olmuştu The King of Limbs’i (TKOL) çıkaralı, popüler kültürümüzün tartışmasız en önemli gruplarından biri olan Radiohead. İlk kez hayranlarını bu kadar fikir ayrımına sokmuş, müzik dünyasının en fazla krediye sahip adamı Thom Yorke’un da kredisinin bir yere kadar olduğunu hissettirmişti bana.

Albüm grubun yayınladığı süresi en kısa olan albümdü, 37 dakikalık süresi ile bir EP kadar kısa olmasa da modern çağın albüm süresine de yaklaşamıyordu. Aynı yıl daha önce In Rainbows albümü için de gerçekleştirmiş oldukları Live From The Basement serisine bir yenisini eklediler. Live From The Basement – The King of Limbs pek çok dinleyicisine aslında albümde ne kadar iyi iş çıkardıklarını gösteriyordu. Bu performans sonrasında albüm hakkındaki düşünceler pozitif bir yoğunlukta değişmiş, dinleyenler tatmin olmuştu. Öbür yandan hayranların geri kalan bölümü albümün kısalığından, verdiği şeyden memnuniyetsiz ve bu albümün aynı yıl gelecek olan bir devam albümünün ilk kısmı olarak görüp bu konuda bulabildikleri her şeyi gelecek olan bir albüme yorumluyorlardı. Bunlardan biri de TKOL’in kapanış parçası Separator’da dile gelen şu sözlerdi: “If you think this is over, then you’re wrong“. Bu düşünceyi güçlendiren bir diğer faktör de Kid A ve Amnesiac albümlerinin tek bir seferde kaydedilip, 6-7 ay gibi kısa aralıklarla yayınlanmış olmasıydı. Ama bütün bu teoriler pek de kuvvetli değildi, TKOL albümü konsept olarak budizmi ele almış ve Separatorda da reankarnasyona göndermeler içeriyordu. Albümü takip eden süreçte bu beklentiler albüm dışındaki parçaları içeren iki single dışında herhangi bir karşılık vermedi.

Geçen 4 senelik süreçte Thom Yorke daha elektronik ağırlıklı bir proje olan Atoms For Peace üzerine odaklandı ve ilk albümleri AMOK’u 2013 yılında yayınladı, ertesi sene 2. solo albümü olan Tomorrow’s Modern Boxes’ı piyasaya sürdü. Öbür yanda Jonny Greenwood ise uzun süredir beraber çalıştığı ve kariyeri Radiohead ile benzerlikler gösteren Paul Thomas Anderson’nın filmleri için stüdyoya girdi. Zaten daha önce orkestral çalışmaları olan Jonny, film müziklerinin yanı sıra 20.yy’ın önemli bestecilerinden olan Krzysztof Penderecki ile 2012 yılında bir çalışma yayınladı.

Bu süre zarfında grup ile ilgili hiç bir gelişme olmamakla birlikte geçtiğimiz aylar içerisinde grup tüm sosyal medya hesaplarından gönderilerini silerek tam anlamıyla bir kayboluşa geçmişti. Bu da çoğu kişinin kafasında “Acaba artık Radiohead albümü gelmeyecek mi?” ya da “Grubun son albümü The King of Limbs mi olacak?” sorularını doğurdu. Ama Radiohead bugüne kadar hep en beklenmedik zamanlarda vurmuştu takipçilerini yeni albümleriyle. Diğer gruplar gibi aylar, hatta yıllar öncesinden bir albüm reklamı yapmayan bir oluşumdan bahsettiğimiz için, bu normal bir şey. Yine beklenmedik bir günün sabahında (1 Mayıs) evlerine gelen bir kartpostal ile şaşırttı Britanya’da yaşayan dinleyicilerini. Grup, Britanya’da oturup grubun resmi sayfasından alışveriş yapmış olan herkesin ev adresine bir kartpostal yollamıştı. Kartpostalda “Burn The Witch” yazıyordu ve en sonunda da “We know where you live” cümlesi yer alıyordu. 30 Nisan’ı 1 Mayıs’a bağlayan gece gönderinin içeriği açısından oldukça anlamlı bir tarih seçimi olmuş; Alman kültürüne göre o gece “Walpurgisnacht” diye geçiyor, diğer adıyla “Witches’ Night”. Bu izledikleri strateji internet alemini tekrardan grup hakkında konuşturmaya başladı. 3 gün sonra da beyazlara bürünmüş sayfaları yavaş yavaş kendine geldi ve sosyal medyada yeni yüzleriyle yeni parçaları olan Burn The Witch klibiyle beraber yayınladı.

Modern Cadı Avı: “Burn The Witch”

burn-the-witch-bird

Şarkıyı dinler dinlemez ilk dikkatimi çeken kullanılan yaylıların yoğunluğu oldu. Hemen işin arkasında Jonny Greenwood olmalı dedim çünkü grubun son yıllardaki elektronik soundundan çıkarıp kendisinin yoğunlaştığı orkestral çalışmaları parçaya taşıdığı anlaşılıyordu. Ayrıca yaylıların kullanımı sizi gergin bir havaya sokuyor, Thom Yorke’un sözleri de tam buna eşlik ediyor: “This is a low flying panic attack

Şarkıyla beraber yayınlanan klip de daha önce Radiohead ile çalışmış olan Chris Hopewell’in elinden çıkmış (2003 yılında çekilen There There klibinin yönetmeni). Klip 60ların İngiliz stop-motion çocuk programı olan Trumpton havasında ve 73 yapımı olan The Wicker Man filmine göndermelerde bulunuyor.

Peki şarkı neyi anlatıyordu, cadıyı yak derken ne demek istiyordu? Bugüne kadar çağımızla ilgili çokca eleştirel yaklaşımlarını yansıtan bir gruptan bahsediyoruz. Biraz geçmişe dönelim; bundan 19 yıl önce OK Computer’da tasvir ettikleri geleceği günümüzde yaşamaktayız. Çoğumuz Fitter Happier‘da ki ideal insan olma yolunda istenen yaşam profiline adapte olduk, oluyoruz. Bir yandan sosyal medyada yaptığımız onlarca paylaşımın karşılığında bir nevi onay niteliğinde olan beğenmeler, repostlar akıllı telefonlarımıza her gün gelen bildirimler olarak bizi tatmin ederken sosyal medyanın bu denli büyümesi ile gelişen teknoloji çağı içerisinde akrabalarımızdan daha muhafazakar bir yapı içine büründük (Ne kadar da ironik değil mi?!). Artık sosyal medya aracılığı ile neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veriyoruz aslında. Yapılan beğeniler ile kendimiz için yeni doğruları oluşturuyoruz ve kendi doğrularımıza karşı olan küçücük bir fikri bile kabul edemiyoruz. Hiç bir şekilde tahammülün kalmadığı bir noktaya geldik. Bu tahammülsüzlüğün en kolay vücut bulduğu yer internet oldu. Çoğunluğun normal olarak kabul ettiği düşünceye sahip olmayan biri varsa onu hemen yakıyoruz, buna modern cadı avı da diyebiliriz. Zaten kolay değil mi klavyelerin başında bunları yapması? Tıpkı Burn The Witch‘in girişinde de dediği gibi: “Stay in the shadows, cheers at the gallows“. İşte geldiğimiz bu noktaya değiniyor Radiohead. Bu durum artık sadece sosyal medya değil, yaşamın içinde de var. Bunun en basit örneği avrupadaki mültecilere karşı olan bakış. Aslında çok uzaklara da gitmeye gerek yok, ülkemizde de gerçekleşen ve benim de katıldığım albümün lansman organizasyonunda olanlar ortada.

Daydreaming

daydreaming-thom-yorke

İlk yayınlanan parçadan bir kaç gün sonra ise Daydreaming videosuyla beraber yayınlandı. Yıllardır Jonny Greenwood ile işbirliği içinde olan Paul Thomas Anderson bu sefer Radiohead için yönetmen koltuğuna geçtiğini görüyoruz. İlk giriş anından itibaren insanı etkileyen bir parça olmuş. Daha Thom’un sesi girmeden ekrana gelen yüzü ise yılların geçtiğinin bir başka göstergesi. Altı buçuk dakikalık piano balladı olan Daydreaming’i hem müzikal olarak hem video olarak oldukça başarılı buldum. Şarkının ikinci yarısında giren yaylılar gene çok başarılı ve dikkat çekiyor.

Videoda ise şarkı boyunca kapıları kullanarak odalardan odalara geçen bir Thom Yorke görüyoruz. Video, şarkı ile beraber çoğu Radiohead parçasında olduğu gibi yoruma oldukça açık. Şarkı benim gözümde iki kapıya çıkıyor. Bunlardan ilki Thom’un hassas olduğu iklim değişikliği konusu. Thom’a göre dünyaya iyi bakmadık ve bakmıyoruz, bunun sonucunda gelecek olan iklim değişikliği kaçınılmaz bir son artık.
And it’s too late The damage is done. This goes Beyond me Beyond you
Videoda Thom bu gerçeği anlatmak istiyor, etrafına bakınıyor, kendisini anlayacak veya ona kulak verecek kişileri arıyor, ama kimse onu farketmiyor. Thom belki de biraz erken görmüştü bazı şeyleri ve insanların onu anlaması zordu. Oscar Wilde’ın dediği gibi: “A dreamer is one who can only find his way by moonlight, and his punishment is that he sees the dawn before the rest of the world

Diğer taraftan şarkı Thom’un şu an bulunduğu durumla da oldukça bağlantılı. Videonun sonunda dağ çıktıktan sonra, tek başına yalnız bir şekilde ateşin yanına yattığında duyduğumuz sesleri tersten dinleyince bir mesaj duyuluyor: “Half of my life“, yani hayatımın yarısı. Kendisi 47 yaşında ve 23 yıllık eşi Racheal Owen’la geçtiğimiz sonbaharda ayrılmıştı. Belki şarkıda da dediği gibi artık çok geç bazı şeyleri değiştirmek için, belki geri almak istediği şeyler var ki geri çevirdirtiyor parçayı, kim bilir…

A Moon Shaped Pool

radiohead-amsp-cover

1 Mayıs’da başladıkları albüm tanıtımı 8 Mayıs günü albümün dijital kopyasının yayınlanmasıyla son buldu. Alışılageldiği gibi oldukça kısa süren ama sıradışı ve kendinden bahsettiren bir albüm tanıtımı yapıldı denebilir. Albümü çıktığı gibi sayfasından temin ettim ve büyük bir merakla bilgisayarıma indirdim. İlk gözüme çarpan, şarkıların albümdeki sıralanışı oldu. Parçalar alfabetik bir şekilde dizilmişti. Başta acaba bir hata mı var sorusu aklıma gelmedi değil ama sonra internete bakınca gerçekten de öyle olduğunu anladım.

Göze çarpan bir diğer nokta da parçaların çoğunun daha önce Radiohead konserlerinde bir şekilde çalınmış ama herhangi bir albümde yer almamış olması. Bu şarkılardan en aşikarı herhalde çoğu Radiohead dinleyicilerin çok sevdiği, özellikle 90’ların sonunda Thom’un akustik gitarıyla ses verdiği True Love Waits parçası, 9. stüdyo albümü A Moon Shaped Pool’un kapanışında kendine yer bulmuş. TKOL turnesinde dinlediğimiz Identikit ve Ful Stop‘da albümde yer alıyor. Ayrıca The Numbers, Desert Island Disk, Present Tense gibi Thom’un geçtiğimiz Aralık ayında Paris’de Patti Smith ile beraber verdiği iklim değişimine dikkat çekmek için düzenlenen konserde çaldığı parçaları da görüyoruz.

Albümü önce baştan sona dinledim, şunu diyebilirim ki albümde Jonny Greenwood’un büyük ağırlığını hissediliyor. Daha önce Ondes Martenot gibi dünya üzerinde kullananlarının sayısının iki elin parmağını geçmeyecek elektronik enstrümanları müziğin içine katarak elektronik ve yenilikçi Radiohead soundunu oluşturan Greenwood, bu sefer yıllar içinde film müziklerinde gösterdiği kompozitör yönünü tamamen ortaya sermiş. Albümde yaylılar ve belki de uzun süredir Radiohead albümlerinde duymadığımız akustik gitar ön plana çıkıyor. Albümde duyulan bu yaylılarda ve koroda Jonny’nin daha önce beraber çalıştığı London Contemporary Orchestra‘sı var. Orkestra albümde kesinlikle çok başarılı bir iş çıkarmış. Bunun örnekleri olarak bir sürü şarkı gösterilebilir ama The Numbers‘da en üst seviyeye çıktığını düşünüyorum. Albümün genel havasını tek bir parçayla özetlesem bu şarkıyı seçerdim. Hem girişinde Neil Young’ı hatırlatan akustik ön planda, hem bu akustiğe çok güzel bir şekilde eşlik eden orkestra. Bazı istisnalar hariç, çoğu parçanın verdiğini tek bir parçada birleştiriyor The Numbers.

A Moon Shaped Pool’dan Bodysnatchers, 2+2=5 veya Airbag tarzı bir parça bekliyorsanız, pek aradığınızı bulabileceğinizi söyleyemem; çünkü bundan 19 yıl önce OK Computer’da ön plana çıkan Jonny’nin elektro gitarını sadece Identikit parçasında duyuyoruz. Identikit daha önceki canlı versiyonundan sonra epey bir evrim geçirmiş albümde, çok da iyi olmuş. Parça, onun kadar olmasa da değişime uğramış olan Ful Stop ile birlikte albümün enerjisinin tavan yaptığı kısım.

Present Tense‘de ise bolca bossa nova (Brezilya’da 50’ler ve 60’larda popüler olan bir müzik türü) etkisini görüyoruz. Bunun yanında parça Jonny Greenwood’un 2010 yapımı olan Norwegian Wood filmi için yaptığı Iiko Dakara Damattete adlı eseri oldukça çağrıştırıyor. Parçayı dinlerken hafifinden bir Thom Yorke dansı yapası geliyor insanın; zaten şarkının açılışında şöyle diyor Thom: “This dance is like a weapon of self defence against the present tense

Albümün genelinde yer yer ayrılığın etkileri, yer yer iklim değişikliğine dikkat çeken mesajlar görülüyor. The Glass gibi daha kişisel anlamlar içeren parçalar da mevcut.

Kapanışa gelirsek, herhalde en güzel şekilde kapatıyor albümü Radiohead; True Love Waits… Yıllardır dinleyicilerin bir stüdyo albümünde duymak istediği parçayı kapanışta duyuyoruz ama bu sefer daha önce duyduğumuz akustik versiyonu gibi değil. Thom, elindeki gitarı bırakıp piyanonun başına geçmiş ve “Just don’t leave, don’t leave” sözleriyle bitiriyor albümü.

A Moon Shaped Pool, her dinlendiğinde insanı başka bir parçayla yakalayan bir albüm. Belki doğrudan öne çıkan bir Lotus Flower‘ı yok ama gizliden gizliye çok sağlam çalışmalar barındırıyor.

Bilinmez bundan sonra grubun nasıl bir yol izleyeceği. Belki bu son albümleri olur belki başka bir çalışma daha çıkarırlar. Şunu söyleyebilirim ki, yolculukları bu albümle son bulacaksa, karşımızda yolcuğun sonuna uygun bir albüm var. TKOL gibi sorular doğuracak bir çalışma yok.

Albümü grubun kendi sayflasından dijital veya fiziksel olarak edinebilirsiniz. Ayrıca albümü Apple Music ve Spotify’dan da dinlemek mümkün.

Bir sonraki Radiohead hareketine kadar herkese iyi dinlemeler.

Neden Müzik?

Küçüklüğüme dair hatırladığım ilk karede bilgisayar vardır. O zamanlar günümüzdeki gibi pek de yaygın bir şey değildi evde bilgisayar bulunması ve ben iki yaşımda bilgisayarın önüne oturtulmuştum. -Hatta bunun haberini yapmış o zamanın teknoloji dergilerinden biri.- Oturma o oturma, yıllar sonra kendimi bilgisayar mühendisliği bölümünden mezun olurken buldum. Anlayacağınız, bu zamana kadar geçen süreçte önemli bir alanı kapsadı bilgisayar.

Bilgisayar gibi çok küçüklüğe götüren diğer bir şey ise müzik. Bizim evde hiç eksik olmazdı müzik. Pek televizyon izleyen insanlar değillerdi bizimkiler, onun yerine çocukluğumun tek yabancı müzik kanalı olan MTV açık olurdu salonda -Daha sonraları VH1 ve MCM eklendi bunlara-. Her çarşamba akşamı MTVde Top 20 listesinin yayınlandığı programı vardı, o zamanlar büyük bir merakla beklerdim. Bir de pazar sabahları BBC 2’de Top of The Pops açılırdı. Kahvaltı ederken arkada onu izlerdim. Böyle böyle daha küçük yaşta o zamanın popüler müzik listelerini ezbere bilirdim. Kimin çıkışta veya düşüşte olduğunu, kimin yayınladığı yeni single ile patlama yaptığını. Hatta şimdi popüler müzik listelerini bu kadar iyi bildiğimi söyleyemiyeceğim.

O yaşlarda salonun ortasında yerde oturup oyuncaklarla oynar veya yapboz yapardım. Hemen karşımda da müzik çalarımız vardı. Babam haftasonları kendi gençliğinden dinlediği parçaları çalmayı severdi. İlk oradan duymaya başlamıştım günümüz pop müziğinin dışındaki eserleri. Dire Straits, Pink Floyd, Queen, Beatles’ı salondaki ses sisteminden tanıyordum. Bazen ilgimi çekiyordu bi parça soruyordum kim bu diye babam da anlatıyordu parçaları, ne zaman çıktıklarını ve o parçaların ona hatırlattıklarını. Kimi parça sigara içtiği zamanlara, kimi parça annemle tanıştığı zamana, kimi parçaysa yaptığı bir araba kazasına götürüyordu onu. O zaman anlamıştım işte müziğin başka hiç bir şeyde olmayan bir gücü olduğunu; sizi zamanda yolculuğa çıkarabilen tek araçtı müzik. Şimdi geriye baktığımda hayatımın neredeyse her anısında arkada bir müzik var. Öyle bir şey ki, şarkılar sizi geçmişe götürebiliyor veya götürdüğü şeyleri düşündüğünüz zaman kafanızda o müzikler çalıyor. Müziğin zamanlar arası sağladığı geçiş onu özel yapan özelliklerden sadece bir tanesi. Bunun dışında müziğin insana verdiği duygu ve hislerin yoğunluğu çok fazla. Sizi mutlu edebilir, hüzünlendirebilir, yeri geldiğinde her şeyi unutmanızı sağlar o an için. Bütün bu duygular insan ile müzik arasında eşsiz olan duygulardır, herkes farklı tecrübe eder müziği. Bu da müziği çok daha özel kılıyor.

Küçüklüğüme dönersek, o zamanlar salondaki müziklerle kısıtlıydım ama dışarıda daha keşfedilmeyi bekleyen şarkılar, sanatçılar vardı ve bunun farkındaydım. Bunu keşfedebilmenin en rahat yolu internetten geçiyordu. Daha 4 yaşımdayken internet evimize girmişti, zaten bilgisayarla içli dışlı büyüyordum ve beni bekleyen bir sürü parça vardı. O zamanlar okuldan dönünce bilgisayara oturup o zamanın liste parçalarından tutup eski bilmediğim parçalara kadar indirebildiğimi indirmeye ve arşivlemeye çalışıyordum. Sonra hoşuma giden parçaları arabada dinlememiz için haftanın mixi gibi CD’ye çekiyordum. O CD’ler hala durur bir köşede.

Bu müzik merakı lise sonda pikap almaya itti beni. Şimdi çok büyük olmasa da kendimce bir koleksiyonum var ve gün geçtikçe büyümekte. Tahmin edilebileceği gibi dinlediğim müzikler de değişti yıllar içinde. İlk aldığım CD 9 yaşındayken Eminem’in meşhur albümü The Eminem Show’du, en son aldığım plak ise yaptıkları işe müzikten çok müzik deneyi demeyi tercih ettiğim Swans’ın 2014 albümü To Be Kind. Şu an bu yazıyı yazarken arkada da Dans Dans’ın yeni albümlerinden yayınladıkları ilk parça olan Close Your Eyes çalıyor. Anlayacağınız yıllar boyunca farklı tarzlarla beslendi ruhum ve beslenecek de. Bazı müzikler belli bir dönemde kalırken bazıları uzun süreler benimle yaşamaya devam edecek. Zaten böyle de olması en doğalı. Bugüne kadar yaşamış olduğumuz hayata şöyle uzaktan bakınca kendimizde ve hayatımızda ne kadar değişiklik yaşamış olduğumuzu görebiliriz. İşte bu değişimlerden etkilenenlerin en başında da dinlediğimiz müzikler geliyor. Bunun dışında dinlediğim müzik türlerinin sınırlarının da biraz esnek olduğunu söylemem gerek.

Müzik hayatımda bu kadar önemli bir yer etmişken, bir süredir aklımda olan blog açma fikrini yeni yıl ile birlikte hayata geçirmek istedim. Alternatif Ritimler çıkmış olan albümler üzerine fikirlerimi paylaşacağım, zaman zaman müzikle ilgili yazılarımı yazacağım bir sayfa olacak.